Fırtınaya “Sakinleş!” Diyen Adam

Kimilerine göre hayat, sıradan anıların biriktiği, arada beklenmeyen sürprizlerle karşılaşıldığında ise heyecan verici olabilen bir yapıdır. Bu yapıda olası monoton çerçevelerin oluşması da çözümsüz süreçlerin gerçekleşmesi de olağandır. Bunları nasıl algıladığımız veya hangi açıdan baktığımız, çoğu zaman gördüğümüzü yorumlayabilmek açısından önemlidir.

Bazen kendimizi öyle kötü hissederiz ki sanki koca dünyada sorun yaşayan tek kişi bizmişiz gibi İsa’nın çarmıhta sorduğu soruyu sorarız; “Tanrım beni niye terk ettin?”

 

Sorunun temelinde, içinde yuvarlandığımız dertlerden sıyrılamadığımız zamanlarda çözümün gelmemesi ya da gecikmesi yatar. Bu gecikme ya da çözümsüzlük süreci her zaman, yaşadıklarımızı aklayabilme çabamızla çatışır. Bu çatışma, aklamaya çalıştığımız şeylerin, aslında aklanamayacak kadar kirli olduğunu anladığımız an çözüme ulaşır. Gerçekte çözümü getiren şeyin temelinde, sorunu kendi gücümüz ile çözemeyeceğimizi anlamamız yatar. Bu duruma ulaşmayı, yani sorunun başlangıcından, “bunu ben çözemem” adımına kadar gerçekleşen boş çabalar ya da debelenmeler süresince yaşadıklarımızı, normal, rutin ya da stabil olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca üzerine dertlenip duygusallaştığımız ya da nasıl çözebilirim diye düşünüp kendi planlarımızı yaparken, uykusuz geceler yaşadığımız, bazılarını hastalık, bazılarını da olgunlaşma sürecine iten ama genellikle yaşananları paylaşmanın zor olduğu ve yeniden yaşamayı kimsenin istemediği, alt üst olmuş bir zaman dilimi olarak da nitelendirebiliriz.

 

Bu noktada kendimizden daha aşağıda kimsenin olamayacağını düşünecek kadar dibe battığımızı hissederiz. Bu durumayken bile uğraşıp boş yere çabalamaya devam eden kişilerin en büyük eksiği, kendi bulundukları yerin farkında olamama durumudur. Zaten bu noktanın farkına vardığımızda bir sonraki seviyeye geçebildiğimiz nokta olan -yine İsa’nın çarmıhtaki örneğinden devam edecek olursak- “Baba Ruhumu sana teslim ediyorum” noktasıdır. Buradaki metaforu birebir almamak gerekir. Farkına varmamız gereken şey; Hayatımız zaten Tanrı’ya aittir. Ancak bu zamana kadar içinde bulunduğumuz sorunun çıkış yolu da Tanrı’dadır. Bu nedenle burada deneyimlememiz gereken “teslimiyet” adımını da iyi anlamamız gerekir.

 

Geçenlerde evimdeki depoda fazla eşyalardan kurtulmaya çalışırken uzun zamandır orada duran bir vantilatörü gördüm. Havanın sıcak olduğu bu günlerde işime yarayabileceğini düşündüğüm için de onu ortaya çıkardım. Ancak çalışmıyordu. Böylece bu vantilatörü tamir edebileceğim gibi bir düşünceye kapıldım ve takım çantamdaki alet edevat ile beraber onu karşıma aldım ve yavaş yavaş onu sökmeye başladım. Tek tek her parçasını söktüm. Toplarken sorun yaşamamak için de söktüğüm her vidayı ayırıp gruplandırmaya özen gösterdim. Yaklaşık bir saat sonra en derinlere indim ve motoruna ulaştım. Tabi ki bir şeyi sökerken sadece vidaları gruplandırmak, o şeyi yeniden bir araya getirip toparlarken size çok da fayda sağlamıyor. Dolayısıyla bu vantilatörü o kadar çok parçaya ayırdım ki, değil gruplandırılmış vidalar, bu aletin teknik dokümanı bile elimde olsa onu toparlayamayacağımı anlamam uzun sürmedi. Bu noktaya kadar yaşadıklarım zaten sıcak olan havada boş yere saatlerce uğraşmam ve yapabilirim düşüncesi ile boş yere debelenmek olarak tanımlanabilirdi. Ama yapabilirdim. Neden yapamayayım. Sonuçta bunu tamir edebilen kişilerden neyim eksikti ki? Ancak sonunda bunu yapamayacağım gerçeği ile karşı karşıya kaldım. Sonuçta bu aleti işin uzmanı olan bir arkadaşıma götürmeye karar verdim. Ancak bu şeyi -vantilatör denemeyecek kadar dağınık parçaları- arkadaşıma götürmek için de oldukça çaba harcamam gerekti. Bir sürü küçük parçayı, dişliyi, vidayı ayrı ayrı torbalarda taşımak ve en kötüsü hangi parçanın nereye takılacağını arkadaşımın bilebileceğine dair umutla torbaya tıkıştırdığım kalan şeyler. En nihayetinde arkadaşım bu parçaların en önemlisi olan motora baktı ve tamir göremeyecek derecede yandığı teşhisini koydu ve ekledi. Eğer motor yanmamış olsaydı bile toparlamak ve yeniden bunu bir vantilatör formuna sokmak herhalde 1 haftamı alırdı. Yani aslında yapabilirim diye giriştiğim işe hiç başlamasam, ortalığı daha fazla dağıtmasam, arkamı toplayacak kişiyi de fazla yormamış olacaktım.

 

Bu olay her aklıma geldiğinde şunu düşünüyorum; Neden biz insanlar yaşadığımız sorunlarda her zaman en son işin uzmanına gitmeyi akıl ederiz? Bu vantilatör benim için hayati önemde bir cihaz olmadığı gibi -sıcaktan uyuyamadığım bazı geceleri tenzih ederim- yokluğu da beni derinden sarsan bir şey değildi. Peki ya tüm dünyamızı alt üst edecek şeyler? Ya da ailemizle veya arkadaşlarımızla olan ilişkilerimiz aynı şekilde tamire ihtiyaç duyduğunda ne yapacağız? Tamir etmek için toparlanamayacak kadar dağıtma yoluna mı gideceğiz? Yoksa sorun olduğu anda işin uzmanına, Tanrı’ya mı götüreceğiz? Tabi ki son seçeneğin doğru olduğunu söylemeye gerek yok. Bunu yazarken bile Tanrı’ya götürmeyi son seçenek olarak yazdığıma şaşırıyorum.

 

Evet ilk seçenek her zaman Tanrı’dır. En azından öyle olmalıdır. Ama inatla Tanrı’yı sona almayı alışkanlık edinmişizdir. Kendimizi, içindeyken fark etmediğimiz bir dağınıklık ya da sorun havuzunun ortasına düşmüş olarak bulduğumuzda fark ettiğimiz şey, etrafı ne kadar dağıttığımız değildir. Saatlerce uğraştığımız ama çözemediğimiz problemi hala kan ter içinde çözmeye çalışmak yerine, atalarımızın da söylediği “zararın neresinden dönersek kardır” cümlesinde olduğu gibi hemen işin uzmanına yani Tanrı’ya götürmemiz gerektiğidir.

 

Tanrı’nın çalışma prensibi çoğumuza farklı veya anlaşılmaz gelebilir. Ancak sonunda en iyisi ile karşılaşmamız için gerekeni yapar. Soğuk ve karanlığın ortasında yalınayak kimsesiz ve sokak ortasında olduğunuzu hayal edin. Bu durumda olmak yerine ne isterdiniz diye sormak herhalde saçma olurdu. Çoğumuz bu durumun yerine sıcak bir ortamda sevdiklerimizle beraber olmayı tercih ederiz. Peki ya hayatımızda yaşadığımız iniş çıkışlarda? Ya da aynı yalnız olduğumuz, karanlık gecede bir de kar, yağmur ya da fırtına olduğunu ve sığınacak bir parça kapalı alan bulamadığınızı, yani aslında tamamen savunmasız ya da tamamen bu fırtınanın başımıza getirebilecekleri konusundaki insafına kaldığınızı düşünün. Bu durumda ne yapabiliriz? Buradaki fırtınayı yaşadığımız zorluk veya sıkıntılarımız gibi giydirebiliriz ve karşımıza bu kıyafetlerle çıktığını hayal edebiliriz. Bu fırtınanın durması için ne yapabiliriz? Yine tornavidamızı alıp ben bu havayı düzeltebilirim diyerek fırtınanın üzerine mi yürürüz yoksa altına sığınabileceğimiz kapalı bir alan yapmaya mı yöneliriz?

 

Yaşadıklarımıza karşı bakış açımızı değiştirdiğimizde, fırtınaya tornavidası ile karşılık verebileceğini sanan adamın yani kendimizin, bizim için bile komik bir halde olduğunu anlayabiliriz. İşte tam olarak bu anda, fırtınanın tam ortasında; soğukta, karanlıkta, üstümüzde bizi sıcak tutacak, yağıştan koruyacak bir kıyafetimiz dahi yoktur. Her şeyi kendi çabamızla yapabileceğimizi düşünüp, zaten kötü olan havayı düzeltebilirim diye uğraşıp, sonunda durumu bu kadar içinden çıkılamaz hale getiren kişinin aslında kendimiz olduğunu anladığımız o en savunmasız anımızda aklımıza o gelir: Fırtınaya “Sakinleş!” diyen Adam. Nedense her zaman en son aklımıza gelen o olur. Ancak işleri elimize yüzümüze bulaştırdığımız için derin utanç içinde olan bizi daha da üzmek yerine, bir babanın, yürürken takılıp yere düşen çocuğunu sorgusuz sualsiz koşup yerden kaldırması ve teselli etmek için sarılması gibi koşarak yardıma gelir. Fırtınaya “sakinleş” der ve sonra dönüp, sütliman olmuş havanın ve az önce bizi en savunmasız halimizle gören “sakinleşmiş” fırtınanın önünde daha fazla üzülmeyelim diye bizi teselli eder.

 

Evet zor yoldan öğreniyoruz. Sobanın bize zarar verebileceğini annemiz ya da babamız söylediğinde değil, dokunup elimizi yakınca öğreniriz. Biliyoruz ki bizi seven bir Tanrı’mız var ve O’na sadece sıkıntılı zamanlarımızda değil hayatımızın her anında ihtiyaç duyarız. Hayat ne kadar zor olursa olsun, yaşadıklarımız bizi ne kadar yıpratırsa yıpratsın, sorunların fırtına kıyafeti giyerek karşımıza çıkışının sıklaştığı zamanlarda aklımızdan hiç çıkartmamamız gereken kişidir fırtınaya “Sakinleş!” diyen adam. O tüm sıkıntılarımızın, sorunlarımızın çözümü, bizi kimsenin sevmediği gibi karşılıksız seven, bize doğru koşmak için kendisine doğru küçük bir adım atmamızı bekler. Bu dünyaya bizim gibi bir bebek olarak gelen, dolayısıyla bizi her durumda anlayan, karşılaşabileceğimiz ya da kendimizi bir anda içinde bulabileceğimiz tüm fırtınaları durdurmaya ya da yok etmeye gücünün yettiğini çok iyi biliriz. Ancak yine de, çoğu zaman yaşadığımız sorunlarda, zorluklarda, sıkıntılarda, yalnızlıkta, uykusuzlukta, depresiflikte ve daha tanımlayamadığımız ne kadar olumsuz duygu, düşünce ya da olay ne varsa, işte onların tam ortasındayken bile ne yazık ki, aklımıza en son gelen kişidir; Fırtınaya “Sakinleş!” diyen Adam!

Suat Polat

Suat POLAT 1978 İstanbul doğumludur. Evli ve 2 çocuk babası olan Suat POLAT ailesi ile birlikte İzmir Karataş Kilisesinde hizmet etmektedir.


Ücretsiz Kitap

Sevgili ziyaretçimiz. Tanri.org içerikleri Hristiyan bakış açısına ve İncil temellerine göre irdelenmiştir. Hristiyan bakış açısının temel kaynağı İncil'dir ve eğer siz de kargo dahil tamamen ücretsiz bir İncil ya da Hristiyan bakış açısına dair farklı kitaplar almak isterseniz aşağıdaki linkten bir form doldurmanız yeterli olacaktır.

İncil ve kitap gönderme hizmeti, tamamen ücretsiz olarak kutsalkitap.org tarafından yapılmaktadır. Bu hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunarız.

İlgili İçerikler

Bizi Takip Edin

Çekinmeden bizimle iletişim kurabilirsiniz. İlginç, samimi, renkli, içe dönük, dışa dönük ve pek çok tarzda insanlarla tanışmayı ve yeni arkadaşlar edinmeyi çok seviyoruz.