İlk Adım Teorisi

Bazen neyi sorguladığımızı bile anlamadan sorgularız hayatı. Anlamlandıramadığımız duygular silsilesidir bazen. Bazen de karşımıza çıkan şeyin ne olduğunu bilmeden mücadele ettiğimiz bir bilinmezlik. Görünmeyen bir düşmana karşı yaptığımız savaşın kazananı her zaman karşı taraftır, oysa yenilen her durumda biz. Centilmenlik uğruna kazandığı için kimi tebrik edeceğimizi bilmediğimiz bir halde kutlamak için sağa sola uzatır dururuz anlamsız bir yönlendiriliş ile elimizi. Bu mücadelenin kaybedeni neden hep ben oluyorum diye düşünmek bile bizi içinden çıkamayacağımız derin kuyularda bulmamızı sağlar kendimizi. Üstelik Yusuf’ta olduğu gibi bizi kuyudan çıkarıp Mısır’a götürsün diye bir kervanın yolu da düşmez bir türlü içine düştüğümüz kuyunun civarlarına. Her zaman olduğu gibi içine düştüğümüz kuyudan kendimiz çıkmaya çalışırız kendi imkanlarımızla. Çıkarken kuyunun duvarlarında bıraktığımız izler, bizden sonra kuyuya düşecek olanlara bıraktığımız hatıralarımız ve deneyimlerimizden faydalanma fırsatlarıdır. Kuyu karanlığından kurtulup günün aydınlığı yüzümüze vurduğu o ilk an göremeyiz belki ama sonrasında gözlerimiz gün ışığına alıştığında dönüp bakabiliriz nasıl bir şeyden kurtulduğumuza. Anlarız içinden çıktığımız karanlık kuyunun aslında bizi sürekli içeri çeken bir bataklık olduğunu. Peki ya kuyuda, yani o bataklıkta kalmaya devam etseydik, ya şansımızı deneyip birinin geçmesini bekleyip boş yere zamanımızı harcasaydık bu kara kuyuda. 

Aslında içinde bulunduğumuz bu karanlık, derin ve nemli bölgeden çıkmak için bizi motive eden şeyin farkına vardığımızda, içerde geçirdiğimiz zamanımızın boşa gittiğini de anlarız. Yani aslında fark ettiğimiz şey, kurtulmaya çalıştığımız yerden çıkmak için çabalamaya başlamaya, bir şeyleri değiştirmeye çalışmaya ve bizi rutinimizin dışına çıkmaya neyin ikna ettiğini anlamaktır. Bu doğrultuda harekete geçmek, verebileceğimiz en doğru karardır. Bu eyleme döktüğümüz hareketlerimizin, bize karşı durana, demin anlattığım karanlıktan çıkar çıkmaz aydınlığa bakamadığımız gibi, “ben neden buradan kurtulamadım?” sorusunu yöneltecek muhatabı arama cesaretini anca aydınlığa çıktığımız zaman gösterebildiğimiz için karanlığa gözümüzü alıştırdıktan sonra bakabiliriz kendisine. Gerçekte muhatabı görebilmek için, içinde bulunduğumuz derin karanlıktan kurtulduktan sonra yeniden o karanlığa kafamızı uzatıp bakmamız gerekir. Bu durumdayken az önce içinde bulunduğumuz durumdan çok farklı bir durumdayızdır artık. Bizi içerde tutan şey ile aynı seviyede değilizdir. Biz artık o derinlik ve karanlıktan kurtulmuş ve o durumda olmamızın mimarına artık yukarıdan bakmaktayızdır. Bundan aldığımız güç ile artık çok daha rahat bir şekilde ona karşı durabilmekte ve bizi tekrar aşağı çekmesi ihtimali bu nedenle daha düşük bir olasılık haline gelmektedir.

Genellikle kurtulduğumuz şeyin seyri, herkes için farklılıklar doğursa da gördüğümüzün aynı olma ihtimali çok yüksektir. Yaşadığımız sıkıntılardan, sorunlardan ve içinde bulunduğumuz bataklıktan kurtulamayışımızın sorumlusunu görmek için az önce içinde bulunduğumuz o kaotik durumun kıyısına doğru yanaşıp içeri kafamızı uzattığımızda sanki bir ayna ile karşılaşırız. Çünkü gördüğümüz, kendimizden başkası değildir. Yani tüm bu sıkıntılı durumu, bu kadar katlanması zor hale getiren kişi ile içinde bulunduğumuz sorunları aşarak kurtuluş eylemine geçmek isteyen kişinin birbiri ile çatışmasından başka bir şey değildir gerçekte yaşadığımız. Biri ayağa kalkıp üstündeki ağırlığı sıyırıp atmaya çalışırken diğeri de bu ağırlığın -ya da üzerimizde her ne varsa- orada kalması için uğraşır durur. Kısacası aslında kendimiz ile çekişen kişinin kendimiz olduğu gerçeğini keşfettiğimiz zaman aslında kurtuluş eylemi de bedenimizde vücut bulur. Harekete geçmek kolay değildir. Öncelikle kendimizi kurtuluşun gerçekliğine ve çatışmanın yersizliğine ikna etmemiz gerekmektedir. Bu aşamalar hayatımızın çeşitli evrelerini kapsayacak kadar uzun da olabilir, göz açıp kapayacak kadar kısa da. Ancak motive olduğumuz hedefin gerçekliği bizi harekete geçirir ve sonucunda eyleme döktüğümüz bu amacımızı uygulamaya koyarız. Demin de söylediğim gibi harekete geçmek ne kadar kolay gibi görünmese de bir tekerleğin hareketi gibidir. Bir defa dönmeye başladıktan sonra devamını sağlamak daha kolaydır. Önemli olan her zaman o meşhur “ilk adım” ‘dır.

Mecazi olarak anlatmaya çalıştığım bu durumu en kolay birebir düşünmenizi sağlayacak şekilde açıklamaya çalışayım. Ayakta durduğunuzu hayal edin. Belki sırtınızı bir duvar ya da benzer bir şeye yaslamış olduğunuzu. Sonrasında atacağınız bir adım vücudunuzun şeklini önceki halinden farklı bir duruma getireceğinden öndeki ayağınızın yanına diğer ayağınızı da almak isteyebilirsiniz. Ancak amacınız “ilerleme” eylemini gerçekleştirmekse, geride kalan ayağınızı, öndeki ayağınızın da önüne götürürsünüz. Bu hareketin ardından yine bir ayağınızın arkada kaldığını ancak ilerlemek için onu da diğerinin önüne götürürsünüz. Ya da durmak için geride kalan ayağınızı öndeki ayağınızın yanına getirip durursunuz. – evet buna “yürümek” diyoruz-. Anlatmaya çalıştığım şey fiziksel bir engelimiz yoksa sıradan diyebileceğimiz bir eylemi başlatmak için öncelikle bir adım atmamız gerekir sonrası peşinden gelir ve düşünmeden otomatik olarak yaparız az önce sıraladığım hareketleri. Tabi ki tüm bunları yaparken ayaklarımızı sağlam bir zemine basmamız, hareketimizin devamlılığının vazgeçilmezidir. 

O halde en can alıcı konuya gelelim. Yürüme eylemine başladığımızda bir sonraki adımımızı atacağımız zeminin sağlamlığına güvenmiyorsak o adımı yine de atabilir miyiz? Tabi ki sağlamlık bazı durumlarda görecelidir. Bahsi geçen “bazı” durumlarda zemin, bizim ağırlığımıza dayanamayacak kadar güçsüzken bir başkasını, mesela küçük bir çocuğu rahatlıkla taşıyabilir. Ancak bazen bize güçlü gibi görünen ama göründüğü kadar güçlü olmayan dayanıksız bir zemine ayak bastığımız anda kendimizi yine o karanlık bataklık tabanlı kuyuda bulabiliriz. Tıpkı bir asansöre binerken atacağımız adıma karşılık gelen zemini kontrol etmeden içeri doğru adım atmayacağımız gibi her zaman bastığımız yerlerin sağlamlığından emin olarak yürümeyi tercih ederiz. 

Tüm bunları bildiğiniz halde tekrar anlatmamın nedeni, aslında burada detaylarıyla anlattığım yürüme eylemini bir benzetme olarak düşünmenizi sağlamaya çalışmamdır. Bizler hayat mücadelemizde ya da gündelik işlerimizi yaparken her zaman gideceğimiz yönü, basacağımız zemini ve ulaşacağımız hedefi görmek isteriz. Bu karakterimiz ile ilgili değildir. Bu sıradan insan doğasından kaynaklanır. İnsanların çoğu sonunu bilmeden bir şeye soyunmaktan imtina ederler. Bir şey yapmaya başlarken ya öncesinde hesap kitap yapar, faydalarını ve zararlarını karşılaştırıp öyle yaparlar ya da geçmiş tecrübelerinden bu yapmaya giriştikleri şeyin sonunda neler olabileceğini bildikleri için herhangi bir araştırmaya ya da başka çalışmalara gerek görmeden yaparlar.

Tüm bu bilgiler beni şu soruya ulaştırıyor.  Zeminin olmadığını gördüğünüz bir yere ya da sizi taşımayacağından emin olduğunuz bir zemine yine de adım atar mıydınız? Fiziksel düşünmektense ruhsal olarak düşünmeye çalışın. Görmediğinize inandığınızı hatta görünmeyen şeylerin varlığından emin olduğunuzu kabul ederek bu soruyu sorma cesaretini gösteriyorum. Geçmiş deneyimlerinizi göz önüne alarak soruyu tekrar düşünün. İman hayatınızın bir yerinde mutlaka böylesi bir durumla karşılaşmışsınızdır. Ben karşılaşmayanını ne gördüm ne duydum. En fazla farkında olmamışsınızdır. Ya da farkında olmuş ancak attığınız adımı “gözü karalığınızla” ilişkilendirmişsinizdir. Başka bir şey ile bunu açıklamak neredeyse mümkün değildir. İnsanüstü bir yetenek gibi görünen bu durumu açıklayan en iyi ifade “iman adımı” ifadesidir. Çoğu zaman bunu bir metafor olarak kullanırız. Gerçekten adımını attığı yeri görmeden adım atan ve attığı adıma karşılık gelecek zemini, adımını attıktan sonra Tanrı’nın dolduracağına, ya da yeteri kadar güçsüz bir zemin olduğu halde adımını attıktan sonra Tanrı’nın o zemini, kendisini taşıyacak kadar güçlendireceğine inanarak “iman adımı” atmak sanıldığından çok daha zor bir iş olabilir. Öncelikle burada sağlam zemindense sağlam bir iman gereklidir. Çoğu durumda sahip olup olmadığımızı “ilk adımımızı” atmak için ayağımızı bulunduğu yerden kaldırdığımızda anladığımız bir iman. 

Peki ya gözün gözü görmediği bir fırtınanın ortasında, o fırtınadan batmak üzere olan ve ağzına kadar insan dolu bir teknede olsaydınız. Tıpkı yazının başında anlattığım kuyunun içinde bataklığa gömülü olmaktan farklı hisseder miydiniz? Kuyudan çıkmakla tekneden dışarı adım atmak arasında seçim yapmanız gerekseydi, hangisi size daha cazip ya da uygulanabilir gelirdi? Yoksa ikisinin de içimize saldığı korku ve yetersizlik duygusu bizi bulunduğumuz yerde kalmaya fazlasıyla yeter miydi? Kurtuluşa karar verdiğiniz o an tekneden dışarı adımını atan ilk kişi olmayı seçer miydiniz? Yoksa “önce başkaları denesin eğer onlara bir şey olmazsa ben de denerim” mi derdiniz? Aklınızdaki düşüncelerin yarattığı fırtına, karşı karşıya olduğunuz gözünüzün önündeki fırtınadan kurtulmak için teknenin dışına atmanız gereken adıma karşılık gelen zeminden daha mı derindir? Yoksa içinde bulunduğunuz ve kurtulmak için bir şey yapmazsanız sizi daha da derine çekecek olan, bataklık dolu kuyunun duvarlarından daha mı yüksektir? 

Yapacağımız eylemi kendi çabamızla uyguladığımızda fizik kurallarının ispatlanması olarak sonuçlanabilir. Birkaç metre yukarı tırmandığımız ancak gücümüz yetmediği ve yukarıdan hızla aşağı doğru düştüğümüz için daha derine gömüldüğümüz çamur ve balçıkla samimi bir buluşma yaşayabilir veya Petrus’un aksine imansız bir eylem olarak fırtınalı bir tekneden dışarı atılan “gözü kara” bir adımın sonrasında, normalde geçiminizi sağlamak için yakalamaya uğraştığınız deniz canlılarının mekanına saygısızca bir giriş yapabilirsiniz. Bu sonuçlara ulaşmak kötülüğün egemen olduğu bu dünyada ne kadar mümkünse aksi de bir o kadar mümkündür. Tanımlar birebir olmasa da birinde insanların açlıktan yok olmasına engel olmak için Mısır’ın ikinci adamı olabilirken, diğerinde ise suyun üzerinde yürüyebilen kişi olarak anılmamız çok olasıdır. Tekrar ve tekrar altını çizmek istediğim konu ise tüm bunların mümkün olmasının tek bir nedeninin olduğudur. O da suyun üzerinde yürüyen ya da kuyudan çıkıp çok önemli bir kişi olmamızı sağlayacak olanın, biz iman adımı atmaya karar verdiğimizde ayağımızın basacağı yeri görmeden gerçekleştirdiğimiz “ilk adım” eylemini, üzerine basacağımız zemine “sevgisini” dökerek dolduran ve basılabilir hale getiren Tanrı olduğunu anlamaktır. İlk adımımızı suyun üzerine atarken ulaşmaya çalıştığımız şeyden gözlerimizi ayırmazsak, teknede kalan ayağımızı da olması gereken yere, diğer ayağımızın yanına alabiliriz. Aynı şekilde bizi kuyudan çıkardığı için minnettar olmamız gerekenin kendi kas gücümüz değil de Tanrı olduğunu fark ettiğimiz zaman tekrar o balçığın içine geri dönmez ve bizi kurtaran için adanmış bir hayat yaşamaya başlarız. 

Farkında olmadığımız şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Konuşması kolay olduğu için dünyada var olan kötülükten bahsediyoruz. Tüm dünyanın sanki kötülük ile sarmalandığını düşünür bu doğrultuda paylaşımlar yapar, sohbetler ederiz. Ancak gündelik yürüyüşlerimizin pek çoğunda, attığımız adımlarımızın altını, Tanrı’nın, sevgisi ile doldurduğunu bilmeden, hayatın olağan akışında gerçekleştirdiğimiz, düşünmeden yaptığımız sıradan yürüyüşlerle farkını, nadiren anlarız. 

Adım attığımız yerin zemininde yatan ve aracılığıyla, zemini, bizi taşıyabilecek kadar güçlü hale getiren sevgiyi hissettiğimiz zaman başımızı kaldırıp, sevgisini ayaklarımızın altına sereni gördüğümüzde biliriz doğru yolda olduğumuzu ve anlarız, bizi kuyunun dibinden de üstünde yürürken battığımız suyun içinden de kurtarabilecek tek bir gücün olduğunu. Kendi çabamızla batarken, aynı battığımız zemindeyken, kendisine baktığımızda fizik kurallarını alt üst eden sevgisiyle bizi yukarı çıkardığını. Ancak bu şekilde O’nun sevgisinin doldurduğu güzergahta ilerlemek için zemini görmeden adım atabileceğimizi.

 

Suat Polat

Suat POLAT 1978 İstanbul doğumludur. Evli ve 2 çocuk babası olan Suat POLAT ailesi ile birlikte İzmir Karataş Kilisesinde hizmet etmektedir.


Ücretsiz Kitap

Sevgili ziyaretçimiz. Tanri.org içerikleri Hristiyan bakış açısına ve İncil temellerine göre irdelenmiştir. Hristiyan bakış açısının temel kaynağı İncil'dir ve eğer siz de kargo dahil tamamen ücretsiz bir İncil ya da Hristiyan bakış açısına dair farklı kitaplar almak isterseniz aşağıdaki linkten bir form doldurmanız yeterli olacaktır.

İncil ve kitap gönderme hizmeti, tamamen ücretsiz olarak kutsalkitap.org tarafından yapılmaktadır. Bu hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunarız.

İlgili İçerikler

Bizi Takip Edin

Çekinmeden bizimle iletişim kurabilirsiniz. İlginç, samimi, renkli, içe dönük, dışa dönük ve pek çok tarzda insanlarla tanışmayı ve yeni arkadaşlar edinmeyi çok seviyoruz.